8 Ocak 2012 Pazar

Kuzeyin Venedik'i, Leningrad....

Bazı yerlere bazı özel zamanlarda gitmek gerekiyor. Ve St Petersburg'un özel zamanı herkesin bildiği beyaz geceler değil de, yılın en uzun gecelerinin yaşandığı bugünler bence...Güneş sabah 11de doğuyor, akşam da 5te batıyor. Kulağa ilk etapta çok güzel gelmese de, aslında gecenin karanlığı, şehrin masalımsı aydınlatmasını o kadar güzel ortaya çıkarıyor ki, tarif etmek oldukça zor gerçekten..400 civarında köprü, 40 tane ada, her tarafta kanallar, Volga nehrine yansıyan onlarca kilise, ve birbirinden güzel yapılar..Unesco World Heritage Listesi'ne girmiş bir masallar kenti: Eski adıyla Leningrad, yeni adıyla St. Petersburg...

         


Evet, hava birazcık soğuk:) Ama önleminizi alırsanız, çok sorun yaşamıyorsunuz. Rusların neden bu kadar çok votka içtiğini ve neden kürk giyip, kalpak taktıklarını çok net anlıyorsunuz..Siz onlara ek bir önlem olarak güne şampanya ve havyar ile de başlayabilirsiniz:) 



St Petersburg'da günler çok farklı bir ruh haliyle geçiyor..Güneşi daha doğrusu güneş olmasa da aydınlığı saat 11de görmek ilginç ve alışkın olmadığımız bir duygu. Ama bir yandan da her sabah güneşin doğuşunu görebilmek gibi bir ayrıcalığa sahip olmak çok güzel..Gökyüzünün o siyah karanlığından koyu laciverte, sonra da maviye geçişini her sabah görebilmek mümkün. Benim gibi fotoğraf tutkunları için gidilen yerlerde mutlaka en az bir defa güneşin doğuşunda kalkıp fotoğraf çekmek çok keyifli bir aktivitedir. St Petersburg'da bunu her sabah yapabilirsiniz, hem de kahvaltıdan sonra:) Şehirde tün ışıklar sabah 11e kadar yanıyor. İşte gün doğmadan önce çekilen bir kare:

Burası 'Church of the Savoir on Spilled Blod'. Şu anda hem katedral hem de müze.İçi gerçekten çok etkileyici, tamamı mozaikten yapılmış gözalıcı duvarlar, sütunlar başınızı döndürüyor. Kiliselerde farklı bir ruh hali var. Bir taraftan çok etkileyici yapılar ama ruhani olarak çok etkileyici olduklarını söylemek zor. Rus Ortodoks kiliselerinde oturma düzeni yok ve hemen hemen hepsi haç şeklinde tasarlanmış. Kiliselerin içi resmen bir sanat eseri. Ama mesela İtalya'da herhangi bir kiliseye girdiğimde hissettiğim duyguların hiçbiri buradakilerde yok. II. Dünya Savaşı'nda burası sebze deposu olarak kullanılmış ve o dönemde 'Savior on Potatoes' olarak adlandırılmış:)

Ziyaret edilecek çok fazla katedral, saray ve kilise var aslında. Her birinin ayrı bir hikayesi..Mutlaka gidilmesi gereken yerler Arasında St Isaac Cathedral, Winter Palace, Hermitage Museum, The Pater and Paul Fortress, Kazan Cathedral...Ama kendinize mutlaka Hermitaj müzesi için yeterince zaman ayırın. Müzede dünyanın en büyük ve en etkileyici koleksiyonlarından biri var. Toplam 2.7 milyon eser sergileniyor müzede. Eğer her bir eserin önünde sadece 1 dakika kalsanız bile, müzeyi tam olarak gezmeniz yıllar alıyor:) Bu yüzden müzeyi rehber eşliğinde gezmenizi öneriyorum. Binlerce eşsiz sanat eserinin yanısıra Leonardo ve Michalengelo'nun orijinal ederlerini görmeden de çıkmayın:) Müzenin içinde çok büyük olmayan bir de tiyatro salonu var. Bir gösteri izlemek için mutlaka zaman ayırmanızı öneririm. Kuğu gölü, Don Kişot, ne bulursanız izleyin:)

 

Yeme içme kısmı da çok keyifli St Petersburg'da. İlk akşam gittiğimiz restoran, Tsar yani Çar..Her akşam gidebilirdim gerçekten. Daha önce Moskova'ya gittiğimde yediğim bir ıstakoz vardı, tadı damağımda kalmıştı. Şimdi de Tsar'da yediğim yengeçin tadı damağımda:) Rusya'da bu kadar iyi deniz mahsülü yemek biraz şaşırtıcı oluyor. Tabi içtiğimiz Brunello di Montalcino'yu da unutmamak lazım..Toscana'nın tam kalbinden, taaa St Petersburg'a gelmiş:) 

Tüm seyahat boyunca tek bir hayal kırıklığı yaşadık. O da 31 Aralık gecesi yapılan havai fişek gösterisiydi. Şehrin en az 15-20 farklı yerinden atılan havai fişekler, şehrin ve gecenin ihtişamının yanında çok cansız kaldı. Rastgele atılan havai fişekler vardı sanki. Bir gösteri mantığından çok uzaktı..Neyseki gecenin ve şehrin sürekli olan ışıkları o kadar güzeldi ki, havai fişeklerin zayıflığına çok takılmadan yeni yılımızı kutladık:) Eminim 3-4 sene sonra, orda da çok güzel havai fişek gösterileri olacaktır.


Son olarak taksi konusuna değinmek istiyorum:) İstanbul'da taksilerden şikayet eden bütün turistleri St Petersburg'a davet ediyorum. Bir rakam söylüyorlar, sonra yarısına götürüyorlar. Bu yüzden özellikle havaalanı otel transferinizi ayarlamadan gitmeyin derim:)

Bu masal şehre mutlaka bir kış mevsiminde gidin. Ve karlar altında o güzelliği görün, dünyadan bir süreliğine uzaklaşın...


4 Ekim 2011 Salı

Komşu Ada - Sakız

Sakız Ada'sı ya da diğer adıyla Chios..Çeşme limanından vapur ile deniz otobüsü karışımı bir tekneye bindikten 45dk sonra ordasınınz..Yunanistan'ın 5. büyük adası..Adından da anlaşıldığı gibi sakız ağaçlarının bol miktarda olduğu yanı başımızdaki adalardan biri...Sakızın ada ekonomisine katkısı büyük..Adalılar, 'altın damlayan ağaç' dedikleri sakız ağacına çok güveniyorlar. Bu yüzden de adada, turizme çok uygun olmasına rağmen, birçok Yunan adasının aksine çok az turizm yatırımı yapılmış. Sadece bu yüzden bile gidip görmeye ve 2 gün geçirmeye değer aslında..Diğer yandan adaya gitmek için ben size başka bir sebep daha söylemek istiyorum. Adayı batıdan doğuya doğru geçin, yani Volissos'tan Chios'a gelin. Ve bir noktada karşınızda Çeşme ve Alaçatı'yı, Alaçatı'nın rüzgar değirmenlerini görün..Arabanızı sağa çekin, nefesinizi tutun ve bu güzelliğe bir de o taraftan bakın..

Ada iki tam gün geçirilecek büyüklükte. Muhteşem güzelliklteki el değmemiş koyları, Çeşme'ye oranla gezginlerine çok daha doğal bir ortam sunan plajları, yüzlerce yıllık binalara sahip dağ köyleri ve leziz restoranlarıyla güzel bir kaçamak fırsatı sunuyor.Adaya iner inmez bir araba veya bir scooter kiralamak gerekiyor. Chios'a en uzak mesafe 70-80km civarında..Chios'ta ne var ne yok göz atıp Thasos'ta öğle yemeğinizi yedikten sonra adanın güneyine doğru yola çıkmak çok keyifli..Bu arada yollar oldukça dar, çok fazla motor kullanan var ve çok az kask takan var..Bu yüzden dikkatli olmakta fayda var...




İlk durak Pirgi, Olimpi ve Mesta üçlüsü...Pirgi tamamen dış yüzeyleri dekore edilmiş binalarla dolu, tarihi 13. yüzyıla dayana küçük bir dağ köyü. Binaların tamamı geometrik desenlerle dekore edilmiş durumda. Balkonların altı bile..Xysta tekniği dedikleri bir teknikle yapıyorlar bu desenleri..Daracık sokaklarda yürürken, sürekli olarak kafanızı kaldırıp binalara bakmaktan boynunuz ağırabilir:) Balkonlarda kurutulmak için asılmış sebzeler de size bir renk cümbüşü sağlıyor..Biraz zaman ayırın Pirgi için..Sokaklarında dolaşın, fotoğraf çekin, sessizliğini dinleyin ve hayal kurun...



Olimpi..Neredeyse köyün tamamı birbirine bağlı evlerden oluşuyor. Dar sokaklar, birbirine kemerle bağlı onlarca, yüzlerce ev, tarih ve eksi kokan hafif karanlık dar geçitler...Bana Roma'yı hatırlattı biraz:) Sadece toprak ve kil rengi hakim sokaklarda..Neredeyse her evin önünde küçük bir masa, plastik sandalyeler, masanın üzerinde bir vazo ve çiçekler var..Masalar, temizlik ve yemek işlerini bitirmiş teyzelerce kullanılıyor, ya da kediler aralardan sızan güneşin tadını çıkarıyolar.. Evlerden gelen müzik sesleri ve yemek kokuları...Hafif bir öğle yemeği için hazırlanan musakka ve cacıki ve karpuzi:)Yaşayan bir köy, ama gerçekten bir dağ köyü..Çok az genç var sokaklarda...Orta yaş ve üzeri çoğunlukla..Bu da biraz hüzün kondurmuş gibi sokaklara...


Ve Lithi...Adı 'alithis limin'den geliyor, yani 'true heaven'..Bir balıkçı köyü..Tüm adadaki en favori yerim burası oldu..Gidin, görün, susun, dinleyin, bakın, koklayın ve yaşayın...O kadar doğal, o kadar sıcak bir yer ki, tarifi biraz zor gerçekten. Daracık bir kumsal, ve kumsalı yoldan ayıran kocaman ağaçlar...Masmavi bir Ege denizi, ve arkanızda birkaç tane salaş balıkçı..İsterseniz biranızı bu ağaçların altında için, isterseniz arka tarafta balığınızı yerken buz gibi biranızı yudumlayın...Gün batımını burada görün mutlaka ve hayata yeniden aşık olun...
Ve son olarak Lithi'den gözünüz ve gönlünüz sarhoş olarak ayrıldıktan sonra, Chios'a gidinceye kadar göreceğiniz koylardan en az birinde denize girmek için zaman ayırın kendinize. En güzeli bir gün sonra yeniden bu bölgeye gelin ve kendinizi doğaya emanet edin..


8 Ocak 2011 Cumartesi

Capetown ... Güney Afrika'da bir Güney Avrupalı

Lonely Planet'in Capetown için ilk cümlesi şöyle: prepare to fall in love, as South Africa's mother city is an old pro at capturing people's heart..Daha iyi tarif edilemez heralde..Biraz Rio, biraz Sidney, biraz Nice, biraz da Barselona karıştırılımış ve Afrika'nın en güneyine yerleştirilmiş gibi.Şehir beş duyunuza da hitap ediyor gerçekten..Tavsiyem bir iki gün kalmak yerine bir hafta kalıp gerçekten şehri yaşamak.

Gerçekten mutlu bir şehir Capetown. 20 sene önce yaşananlar hiç bu şehirde yaşanmamış gibi..Bir an için nerede olduğunuzu düşünmezseniz, kendinizi çok rahatlıkla güney Avrupa'da bir şehirde hissedebilirsiniz. Güneş, sıcak insanlar, her dil ve ırktan insanların ortak yaşam alanı.. Genel olarak güney yarımküredeki bütün büyük şehirlerde bunu hissediyorum nedense. Ben, Rio biraz daha Latin olsa, Capetown biraz daha Afrikalı olsa sanki çok daha iyi olur diye düşünüyorum.

Kalacağınız yeri iyi seçerseniz, tüm şehri yürüyerek dolaşabilirsiniz. En iyi alternatif Waterfront civarında bir yerlerde kalmak. Hem güvenli, hem de birçok yere 10 dakika mesafedesiniz..Waterfront başlıbaşına ziyaret edilmesi gereken bir yer..24 saat canlı ve kalabalık. 1 Ocak sabahı kahvaltı için açık cafe bulabileceğiniz tek yer:) Her yaşta, her renkte ve her cinsiyette insan var.. Aktif olarak çalışan bir liman, tam karşısında Nelson Mandela'nın hapis yattığı Robben Island var..Onlarca restoran ve cafe var, nerde otursam acaba diyeceğiniz, diğer yanda da sokak müzisyenleri..her köşede farklı bir gurup var dinleyebileceğiniz, Afrika'nın renklerini görebileceğiniz, sesini duyabileceğiniz..


Waterfront'tan nefis bir Table Mountain manzarası izleyebilirsiniz. Gerçi şehrin nerdeyse her yerinden gözüküyor ama Waterfront'tan gözüken ayrı bir güzelliği var. Özellikle de table cloth dedikleri bulutun gelip üzerine yerleşmesi ve de resmen su gibi akışını izlemek tam bir meditasyon aracı..

     

Table mountain ve ondan daha da güzeli table cloth..Dağın üzerine saniyeler içinde yerleşen ve şelale kıvamında akmaya başlayan bulutlarla ilgili efsaneler var ama tam olarak bilimsel bir açıklama yok. Yapmanız gereken tek şey, gözlerinizi ayırmadan izleyeceğiniz bir doğa şölenine kendizini teslim etmek..Bu manzarayı aşağıdan seyredebileceğiniz gibi, 360C dönen cableway ile yukarı da çıkabilirsiniz. Yukarıdan göreceğiniz Devil's Peak, Lion's Head, Signal Hill, Citybowl ve Capetown'a ait birçok landmark sizi kesinlikle heyecanlandıracaktır.


      

Tam bir güney yarımküre şehri olmasının gerektirdiği birkaç detaydan biri plajlar..Campsbay, kendi tanımlarıyla South Beach of Capetown, keyifli bir bölge..Biraz kokoş doğal olarak:) Ama çok keyifli bir plaj var sizi bekleyen. Tabi rüzgarsız bir gün yakalayabilirseniz. Campsbay olmazsa mutlaka dört tane Clifton plajından birini deneyebilirsiniz. Tüm plajlar bembeyaz kum ve buz gibi denizden oluşuyor:) Deniz çok soğuk deseler de, denedim ve ancak Çeşme kadar soğuk olduğunu gördüm:) 

           

Buraya kadar gelmişken mutlaka şehir dışına da çıkın..Penguenleri, deniz aslanlarını, çitaları, balinaları, Ümit Burnu'nu, Haut Bay'i, Chapman's Peak'i, Kirstenbosch'u görmeden, şarap tadımı yapmadan kesinlikle dönmeyin..


    



Sadece Capetown için söylenecek o kadar çok şey var ki..Anlatmak çok zor..En iyisi siz gidin ve şehrin sloganını gerçekleştirin. Live it & Love it:)

18 Aralık 2010 Cumartesi

Peru...herşeye hazırlıklı olun..




                        


İnsanların hayatı Peru’ya gitmeden önce ve gittikten sonra diye ikiye ayrılırmış. Gittim ve bunun doğru olduğunu gördüm…Hem de geri dönmeyi beklemeden, daha gider gitmez sizi bekleyen muhteşem değişime hazırlıklı olun..Tarifi zor bir duygu.. Herşey nasıl bu kadar etkileyici olabiliyor, gerçekten tanımlamak zor. Çeşitlilik çok fazla ve birçok şey uçlarda..Açıklanamayan onlarca, yüzlerce sır...
Hayal gücünüzün sınırlarını zorlayın..Dünyanın en derin iki kanyonundan (Colca 3180m, Cotahuasi 3500m), dünyanın tekne ile bir kıyısından diğer kıyısına geçebileceğiniz en yüksek gölü (Lake Titicaca 3850m) aynı ülkede. Amazon nehri hep Brezilya ile anılsa da, doğduğu yer Peru. Ülkede çöl ve plaj birbirinden çok uzakta değil. Ant Dağları, yağmur ormanları ve Amazon içiçe…Doğa tüm cömertliğiyle, sizi kendine hayran bırakıyor..
Sadece doğa değil Peru’da etkileyici olan. Kayıp medeniyetlerden birinin ev sahibi Peru, Inka’ların vatanı..Yıllardır sırrı çözülemeyen yapılar, teknikler, yaşam biçimleri..Biz uzaylı değiliz diyor Peru’lular ama Nazca çizgilerinin ne olduğunu, kim için yapıldığını ve ne zaman yapıldığını açıklayabilen yok.Öte yandan günümüzde hala daha etki alanı oldukça geniş olan Şaman’lar yaşıyor Ant Dağları’nda..  

Iberia ile Madrid aktarmalı olarak Lima'ya uçtuk ve Peru'da 15 gün boyunca şöyle bir rota takip ettik. Lima - Iquitos - Arequipa - Colca Canyon - Puno - Cusco - Machu Picchu ...Ve hepsini tavsiye ediyorum, hiçbirini görmemezlik etmeyin... 

Amazon'u gerçekten yaşamak istiyorsanız, tek tavsiyem Delfin Amazon Cruise ile 4 günlük bir tekne turu yapmanız.Hem tekne mükemmel, hem de gideceğiniz yerler..Hergün iki kere keşif gezisine çıkıyorsunuz, küçük surat tekneleriyle. Bazen güneşin batışını seyretmek için, bazen bir amazon köyünü gezmek için, bazen timsah yakalamak için, bazen piranha tutmak için, bazen de dev gibi nilüferleri görmek için..İstisnasız her seferinde çok etkilenmiş olarak dönüyorsunuz tekneye..



Arequipa...Deniz seviyesine yaşamaya alışan bizler için yükseklik duygusuna alışmak zaman alıyor. Arequipa, yükselmeye başlamak için çok iyi bir yer..2300 m civarında bir yüksekliğe kurulmuş, sırtını da Misti yanardağına dayamış, Peu'nun ikinci büyük şehri..Ama büyük şehir diyince aklınıza büyük şehir gelmesin gerçekten:) Eğer ayarlayabilirseniz mutlaka haftasonuna denk getirin Arequipa'daki günlerinizi..Unesco'nun koruma altına altığı tarihi bölgede yer alan parklarda çimlerde uzanıp yatabilirsiniz. Bir yandan da, pazar günü yapılan onlarca dans gösterisini izleyebilirsiniz..Müzik, renkler, kostümler çeşit çeşit..Gerçekten kendinizi farklı bir dünyada hissedeceksiniz..Santa Catalina manastırına giderseniz eğer, kendinizi 400 yıl öncesinde hissedebilirsiniz.





Arequipa'dan sonra kara yoluyla Colca Vadisi'ne geçtik. Yolda sadece manzara izleyerek meditasyon yapabilirsiniz. Bulutlara bu kadar yakın olduğumu hissetmemiştim hiç. Çünkü yolda tam olarak 4950 m'ye çıkıyorsunuz..Uzun süre kalmak çok zor, bu yüksekliğe alışmak için 3000m'lerde başka bir yerde en az bir gün geçirmek gerekiyor.Ama 10 dakikalığına durunca sorun olmuyor. Yol buyunca lamalar size eşlik ediyor. Bir de hediyelik eşya satan yerliler...



Colca'da çok küçük bir köyde kaldık..Tüm dünyadan uzakta kalmış gibi bu köyler..O kadar güzel ki, tarifi imkansız..Mutlaka gidilip görülmeli..Uzun araba yolculuğu göze alınmalı ve Arequipa'dan sonra mutlaka Cola Valley'e gidilmeli ki tüm bu güzelliklerin yanısıra Condor Crossing'e gidip o muhteşem hayvanları görüp bir kere daha hayran olunsun..Doğa alışkın olmadığımız tarzıyla ama gerçekten tüm cömertliğiyle Peru'ya hayat veriyor..




Colca'dan sonraki hedef Puno ve Lake Titicaca. Göl ve üzerinde sazdan yapılmış olan Uros Islands gerçekten ilgi çekici..Bu göl, dünyada üzerinde deniz taşımacılığı yapılan en yüksek göl..Tam tamına 3811m. Müthiş bir başağrısına hazır olun..Coca tea ve coca leaf yetmeyebilir...Ama herşeye rağmen çok keyifli..Tekneler her sabah açılmadan önce hangi adaya gideceklerinin bilgisini alıyorlar.Toplam 42 ada var ve her gün başka adalar ziyaret ediliyor ki, orda yaşan ailelerin tamamı bir gelir elde edebilsin.Her adanın bir lideri var ve bizim gittiğimiz adanın lideri, bir kadındı..Gölün bir kısmı Bolivya'ya ait, bir kısmı Peru'ya..




Puno'dan sonraki durak Cusco.Tüm gördüğümüz yerler arasında en fazla bilineni, bu yüzden de en fazla turistik olanı.Belki de bu yüzden bizi en az etkileyen yer oldu..Ama Peru öyle bir ülke ki, gidip te etkilenmeyeceğiniz hiçbir yer yok zaten. O yüzden Cusco da çok etkileyici..Sadece göreceli olarak en favori yerimiz olmadı..Ama belli ki İnka Kralı'nın en favori yeriymiş Cusco ki, krallığın başkenti olmuş..Sokaklar çok renkli, sanatçıların da favorisi olabilmiş bir şehir. Cusco'da mutlaka gitmenizi tavsiye edeceğim yer Sacsayhuamán. Gidin ve ağırlığı 200tona varan o taşların, o formlarda nasıl oraya koyulduğunu anlamaya çalışın..





Cusco, Machu Picchu'ya giderken bir çıkış noktası aslında..Arada  Sacred Valley'den geçiyorsunuz ve tavsiyem bu vadide de konaklamanız..İnka'ların en son elleirnde kalan şehirleri Ollantaytambo'da kalabilirsiniz..Ve bu kasabadaki Inkabucks'tan kahvenizi yudumlayabilirsiniz:)


Sacred Valley'den sonraki son noktamız Machu Picchu:) Hakkında söylenecek çok şey var..O yüzden ayrı bir yazıya bırakıyorum bu kutsal mekanı..Orayla ilgili tüm duygularımı yakında aktaracağım..

Peru...Tek bir şey söylemek istiyorum.Mutlaka gidin....

Brezilya - renkler diyarı..

Güney Amerika'nın en büyük ükesi..Yıllar Önce Hindistan'a gitmek için yola çıkanların, Portekiz'e geldiklerini düşünerek tesadüfen keşfettikleri ülke..Kocaman Güney Amerika kıtasında Portekizce konuşulan tek yer...

O kadar büyük bir toprak parçasına sahip ki, ülkenin içinde başka başka ülkeler var sanki..Müthiş coğrafyasıyla Rio, Güney Amerika'dan daha çok Güney Avrupa'da bir şehir gibi. Şehir plajlar, adalar, tepeler ve bir yağmur ormanından oluşuyor. Hala daha ulaşılamamış onlarca belki de yüzlerce kabilenin yaşadığı, doğanın tarif edilmeyecek kadar büyüleyici olduğu Amazonlar bu dünyanın bir parçası değil sanki..Hele de orda yaşayan insanların doğal hayatı korumaya gösterdikleri önemi ve hayata bakış açılarını gördükçe, kendi hayatımızı sorgulamadan geçmek çok zor. Iguazu, yine çok etkileyici başka bir doğa harikası..Ama benim hayalimdeki Brezilya, Salvador'da çıktı karşıma..Bir şehir Güney Amerika'yı bu kadar güzel temsil edebilir bence..Heryer rengarenk, herkes mutlu, heryerden müzik sesi geliyor ve herkes günün her anında, herhangibir yerde dans ediyor..Avrupa ve Afrika karışımı super güzel bir ırk...Salvador'da hayatın akışı bambaşka...

Rio'ya dönelim tekrar...Corcovado'ya ya da Sugar Loaf'a teleferikle çıktığınızda yön duygunuzu kaybediyorsunuz..Ne tarafa baksanız başka bir plaj var. Kimi 5km uzunluğunda, kimi 200m uzunluğunda..Ama hepsinin kumu bembeyaz, hepsinde dev dalgalar ve dalgaların en iyi anını yakalamaya çalışan surfçüler var..Leblon, Ipanema, Copacabana ve diğerleri...Gerçekten şehrin göbeğinde işyerlerine veya evlerine 5 dk mesafede bu plajların olması, insanların moralini düzeltiyor. Şehirdeki tüm suç oranı ve ekonomik sorunlara rağmen, Rio'da yaşayan insanlar mutlu gözüküyor..Kasım ayı yani yaz mevsimine girmek üzere oldukları bir zamanda, günün her anında spor yapan onlarca insan görüyorsunuz..Rehberimizin söylediğine göre, yazdan önce herkes en iyi şekilde görünebilmek için çok fazla spor yaparmış..Çünkü yazın Rio'da herkes aşk ararmış:)


Rio'da mutlaka bir akşam yemeği için Marius'a gidin ve deniz mahsülünü tercih edin.Şaşıracağınız bir hesap ödeyeceksiniz sonunda ama gerçekten çok özel bir yemek yemiş olacaksınız, benden söylemesi:) Bu arada Marius'un tavanından da gözlerinizi alamayacaksınız...


Iguazu ve Amazon Brezilya'ya verilmiş en büyük hediyelerden diye düşünüyorum..Her ikisi de insanı şaşkına çeviriyor. Doğadaki düzen ve dengenin büyüklüğünü gösteriyor. Gerçi küresel ısınmadan malesef oralar bile nasibini almış, Amazon'un bazı küçük kollarında su seviyesi oldukça düşmüş. Ama yine de dünyanın oksijen deposu olmaya devam ediyor.



Bu arada Iguazu'ya gitmişken Arjantin tarafına mutlaka geçin. Hatta Arjantin tarafının çok daha etkileyizi olduğunu söyleyebilirim. Ama buraya kadar gelmişken bir de Paraguay sınırını geçip Cuidad del Este şehrini gezmeye hiç gerek yok. Çünkü gerçekten görmeye değecek birşey yok şehirde, sadece insanı Paraguay'dan soğutuyor:)

Vee gelelim Salvador'a...Portekizce'de adı tam olarak  São Salvador da Bahia de Todos os Santos. Son durağımızdı, belki de o yüzden kalbim orda kaldı:) Hayal ettiğim Brezilya tam olarak Salvador'muş meğer..Dünyanın en güzel plajları burda..Oldtown rengarenk, cıvıl cıvıl..Zenciler, beyazlar karmakarışık..Herkes güleryüzlü...Birçok Avrupa'lı gelip yerleşmiş buraya..Şehir Unesco'nun Kültür Mirasları listesindeki şehirlerden biri..Burada her sene şubat veya mart ayında yapılan karnaval, Rio Karnavalı'ndan daha eğlenceli. Rio'da karnavala sadece izleyici olarak katılabiliyorsunuz ama Salvador'da karnavalın birebir içinde olabiliyorsunuz..Salvador ile ilgili bir web sitesinde kısa bir alıntı, herşeyi özetliyor aslında: "There are certain countries, the names of which fire the popular imagination.  Brazil is one of them; an amalgam of primitive and sophisticated, jungle and elegance, beating drums and luscious jazz harmonics -- there's no other place like it in the world.  And while Rio, or its fame anyway, tends toward the elegant and sophisticated end of the spectrum, Bahia tends toward the other.  Bahia is the land of the drum..."


Mutlaka gidilmesi görülmesi gereken bir ülke Brezilya. İnsanıyla, doğasıyla, kültürüyle, müziğiyle, coğrafyasıyla çok etkileyici...En az iki haftanızı ayırın ve keyifli bir yolculuğa çıkın...

8 Kasım 2010 Pazartesi

Nihayet....

O kadar uzun zamandır aklımda olan birşey ki bir blog açmak..Nedense elim bir türlü gitmemişti. Ama sonunda açtım, hem de çok güzel bir seyahat öncesi açtım:)

Blog'umda dünyayı anlatmak istiyorum benim gördüğüm şekliyle. O kadar büyük bir keyif ki gezmek benim için, o kadar büyü bir enerji topluyorum ki her seyahatimde..Bu duyguları paylaşmak istiyorum burda. Gördüğüm yerler, tanıştığım insanlar, tanıklık ettiği hayatlar, yediğim yemekler, duyduğum müzikler..ne varsa beni etkileyen, hepsi burda olacak. Ve anında yazmak istiyorum, dönmeyi beklemeyeceğim yazmak için. Gerçi gittiğim yerlerde internet bağlantısı olmama ihtimali çok yüksek ama olsun, o zaman da defterime yazıp, ilk fırsatta kayda geçireceğim herşeyi:)

Bir yandan da şimdiye kadar gördüğüm toplam 50 ülkeyi yazmak istiyorum. Bu biraz zaman alacak tabi..Elli ülkenin tamamını da yazamam sanırım.Luksemburg hakkında ne yazabilirim mesela:) Ama Peru, Küba, Hindistan, Yeni Zellanda, Avustralya, İtalya ve daha birçokları yazılacak bu sayfalara...

Seyahat etmek gerçekten bir yaşam tarzı. Benim için bir ihtiyaç, bir enerji depolama süreci..Umarım aldığım keyfin en azından bir kısmını buraya yansıtabilirim..

İlk durağımız Rio de Janerio'da görüşmek üzere:)